31 Ocak 2013 Perşembe

"Bir oyuna gitmen seni daha kültürlü yapmaz."
Kız omzunun üzerinden oğlana kötücül bir bakış attı. "Şimdi özür dileyip egonu tatmin mi etmeliyim? Her zaman benden daha üstün olduğunu unutmuşum kusura bakma." Oğlan gözlerini kaçırınca, omuz silkip önüne döndü ve işini yapmaya devam etti.
"Bak, üzgünüm. Öyle demek..." diye lafa başlasa da kız aşağılayıcı bir ses tonuyla oğlanın sözünü kesti.
"Seninle bir odaya tıkılmak zaten yeterince sinir bozucu, en azından çeneni kapat da bir rahat edeyim."
Oğlan yumruklarını sıkıp ayağa kalktı. Gözlerinde bir titrek bir ışık belirdi. "Hödüğün tekisin. Kabasın. Konuşurken hiç düşünmüyorsun. Karşındakinin ne düşündüğünü, ne hissettiğini umursamıyorsun. Bencil."
Kız elinde tuttuğu metal parçasına gözlerini kısarak baktı. "Çok konuşuyorsun."

***

O, fikir adamı. Peki ya ben, ben neyim?
Sinir bozucu bir sırıtışla, tepeciğin üzerindeki boş bakışlı mermerden yunan heykelini gösterdi. "Kuzenine merhaba de, Ash."
İçten cevabın için teşekkürler.

***

Üçü birden duvardan aşağı doğru inen hamam böceğine baktı.
"Rengi harikulade."
"Sen bir de kusmuğumu gör."
Dawn bebek bakıcılığı yapmaktan sıkılmış gibi suratını astı ve hamam böceğini öldürdü. İkisi birden şaşkınlıkla oğlanın yüzüne baktılar. "Siz sanat aşıklarına sanatların en büyüğünü tanıtayım; ölüm."

30 Ocak 2013 Çarşamba

Mide Asidinin Besinler Üzerindeki Etkisi

Kusucam.
Çok fena hem de.
Öğüre öğüre,
Çatır çatır kusucam.
Çok kötüyüm oğlum.
Kendimi tutamıyorum yemin ederim. Ciğerlerimdeki havayı son 4 saattir hissetmiyorum zaten. Ölüyorum herhalde. Gerçi uzun zamandır ölümümü bekliyordum.
Göğüs kafesinizin nefes alırken acıması ve titremesi normal değildir. Yani en azından ben öyle duydum.
Bir daha çilekli hoşbeş yemiycem. Anasını satıyım. Tatlı şeyler bildiğin ağzıma sıçıyo.
Kusucam, yeminle bak. Ağzımda inegöl köfte, soğan, şerbet gibi çay ve hoşbeş tadı var. Gel de kusma.
Ankara'dan Konya'ya geri dönmek istemiyorum. Biliyorum daha çok var gitmeme ama bu kendi evimden başka her yeri evimmiş gibi kabul ettiğim gerçeğini değiştirmiyor. En iyisi büyüyünce konar göçer yaşayabilmek için bol bol eş dost edineyim. Hepsinde 2 gün kalsam 15 kişi olsa bu işin içerisinden çıkarım bence.
Ağzımı açıyım mı kapayayım mı karar veremiyorum. Her türlü midem daha kötü bulanıyor.
Bugün kitapların anasını ağlattım. Çantamda 20 kitap falan vardır muhtemelen. Elimde zırnık kalmadı. Ağzına ettim parasal durumumun.
Bahsetmem gereken çok şey var, insanlara söylemem gereken çok şey var. Ama istemiyorum. Sevmiyorum anasını satayım. Gebersin tüm insanlar.
Beni görüp, beni tanıyıp da hala götünün derdine düşebilenler gebersin.
Nesiniz lan siz? Nasıl insansınız? İnsanlık buysa insanlığın da ağzına sıçayım ben. Ya da kusayım. Hazır kusasım var zaten.
Atarlıyım. Evet, atarlıyım. Umrumda da değil valla.
Nasıl pis egoyiz hayvanoğlunun biri olduğumu görsün herkes. Özel değilim, zeki değilim, güvercin boku bile değilim. Hatta küfretmeyi de sevmiyorum ama insan kusacakken her şeyi yapar.
Bunu okuyanlara gelince:
Belki çirkin değilsiniz, ama güzel de değilsiniz.
Belki aptal değilsiniz, ama zeki de değilsiniz.
Belki ölü değilsiniz, ama canlı da değilsiniz.
En az bencil olmayanınızın bile her açığından ego fışkırıyor. İğrenç bir ego.
Benim de sizden bir farkım yok zaten merak etmeyin.
Shitman bile bizden daha değerli. Ki onun o mükemmel kahverengi teninin üzerinde zehir yeşili bir kahraman kıyafeti var.
Ve Shitman dünyayı kurtaracak.

Hepiniz yanlızsınız. Ne kadar yanlızlıktan kaçmaya çalışırsanız, ölüm kapınızı çaldığında yalnızlığı bir o kadar ağır hissedeceksiniz.

Bazılarının beyni yetmeyecek, algılayamayacak bu yazdıklarımı. Ama ben deli değilim, bunlar da deli saçması değil. Bunlar gerçek, bilgisayarın ekranına şu an kusabileceğim gerçeği gibi.

Olasılıklar tükenmez ama hayat tükenir, insan tükenir, aklına gelen her bi bok tükenir. Dünya'da iz bırakmanın bir anlamı yok sonuçta, o da silinir. Düşüncelerle gurur duyymanın da bir anlamı yok, hepimiz aynı lağamın bokuyuz işte. Çok mu yaratıcı fikirlerimiz var sanki? Fikirlerin bile bir sınırı var. Nehir gibi hepsi aynı yöne akıyor.

Ha her şey kötü diye iyilik de mi yapmıycaz? Valla etraftaki meymenetsiz salakları gördükçe benim iyilik yapasım geliyor. Onlara benzemektense ölürüm daha iyi.
Bir olay olur, yardım edeceklerine toplanırlar. Destek olacaklarına köstek olurlar.
Biri ölür taziyeye gidicez diye ölünün yakınının ağzına sıçarlar.
Biri yardım ister, başlarını başka yöne çevirirler.
Hırs, hırs, hırs, hırs.
Kıskançlık.
Açgözlülük.
Ama hele bir başlarına bir şey gelmeye görsün, onlara kalsa tüm dünya yıkılmalı. Dünya etrafımızda döner ya, hani?

İnsanlığı tanıma rehberine hoş geldiniz.

Hayatımda hiç felsefi bir şeyler okumadım.
Hiç kendini tanıma/geliştirme gibi şeyler de okumadım.
Peki, ben niye her yerde yazan şeyleri bu kadar iyi biliyorum, bunları ezber olarak mı doğdum sanki oğlum ben? İnsanlığın başına öğretmen olarak mı atandım anasını satayım?

Azıcık örümcek ağlarıyla kaplanmış beyninizi çalıştırın artık yeter.
Kendinizi etiketlerle tanıtmayın.
Kendinizi bir bok sanmayın.
Kusmaya son gaz devam.
Dünya etrafınızda dönmüyor. Yeter artık lan.
İnsan olun, insan.
Gerçekten insan olun artık.
Azıcık hatalarınızın farkına varın.
Benim gibi evrensel bir embesil bile hatalarının farkına vardı.
Anlamak için ölmeniz gerekmiyor illa ki.
Bir şeyler ters gidiyor.

Kıçım uyuştu.

Bu ekrana bakmam bile hata aslında ama...
Biraz etrafınızı gözlemleyin. Sabahları çevrenize göz gezdirin. Beton beton beton beton beton. Başka? Yer beton, gök beton. Tuvaletin altı bile beton. Superman deler o betonu ya neyse.
Ben kendimi hapsolmuş gibi hissediyorum. Kaybolmuş. Mahvolmuş. Kahrolmuş.
Sizi bilemem. Hangi telden çalıyorsunuz, bunu da bilemem.
Yaşamak için yaşıyorum, zaman harcamak için.
İntihar etmek zayıflık mıdır? Çok eskiden öyleydi, geçenlerde belki, şimdi yine öyle.
Küçükken o kadar da aptal değilmişim. Dönüp dolaşıp 4 yaşımdaki moron halimin fikirlerine geri dönüyorum. Ya tarih tekerrür ediyor, ya da çocuk aklı sanılandan da uçsuz bucaksız bir yer. Ama gerzekçe değil, saf ve temiz.
Nefret ederek yaşıyorum ve bu beni gülümsetiyor. Hala çocuk olmama karşın anlaşılan hala saf ve temiz değilim.

Gerçi benim içimde her zaman nefret vardı. Bazı çocuklar nefret etmeye mahkumdur. Herkes anlayamaz tabi bunu. Damdan düşenin halini damdan düşen anlar misali.

Çok çok çok gereksiz insanlar var ve bu insanlar gereksiz dertlerini o kadar çok takıyorlar ki bu onları gereksiz olmakta bir seviye daha yukarı çıkarıyor.
Mesela ben de yıllar sonra elimden osuruk sesi çıkarabilmeye başladım. Eskiden çıkmazdı.
Ha bir de... Kusma krizim geçti sanırım. Düşüncelerimin berbatlığı midemin berbatlığını bastırıyor.

Her neyse işte. Ben bu dünyada elimde olmayan bir yaşamı sürdürmek istemiyorum, gebersem daha iyi falan filan. Ama intihar da etmiyorum çünkü ben inatçıyım ve bu salak hayatımın kısa sürmesi dilekleriyle beraber sonuna kadar yaşamayı düşünüyorum. Hayat karşıma bir şeyler çıkaracak. Bu bir şeyler kötü de olabilir iyi de. Tercihim kötüden yana. Berbat şeyler yaşamak düşünebilen insanın insanlığını yüceltir. Ve öldüğümde bu sıkıcı hayatın arkasından gülmek istiyorum. Edepsizce sırıtmak istiyorum. Çünkü ben içine sıçtığım tüm sınavların ardından böyle yaparım.

Yeniden tanıştığımıza memnun oldum.
Ben kötü çocuk.
Betondan bir hapishanede doğdum, betonlar arasında büyüdüm. Nadiren de olsa dünyanın gerçek yüzünü görebildim. Ama insanlar bu yüzü deforme etmekte epey bir kararlı.
Bir gün gökdelenler akşam güneşini kapatmaya başlayınca bunun farkına varan biri kendine acıyıp ağlayacaktır.
O biri güçlü olsun biraz, sırtını da dik tutsun. Ben pek tutamıyorum, kütürdüyor da o zaman.
Bunu tek düşünen ben değilim, bunu tek düşünen sen değilsin. Fikirler nehir gibi demiştim değil mi? Bizimki daha çok yağmurun ardından akan bir sızıntı gibi ama yok da değil. Belki bir gün topluluğumuza yeni damlalar katılır. Her ne kadar bu varolanı ve süregeleni değiştirmeyecek olsa bile anlamak bir ayrıcalıktır.

20011691696 No.lu Mahkum bildirdi.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Ciddiyetsiz bır yızı

Ben ciddi yazı yazamıyorum. Mesela geçen yazdım. Sanırım ölmüşüm. Ciddiyete gelemiyorum. Hem ben sanki kitap bloggerı mıyım, ya da ne biliyim anime, film, dizi bloggerı mıyım?
Telefonumu da titreşime almak zorunda kaldım. Ne berbat bir şey öyle? Hayatım alt üst oldu. O ortalıkta zangırdayıp, dürülüp, bükülüp, hönkürdükçe ben cinnet geçiriyorum. Telefona çektirdiklerim canına tak etti herhalde, intikamını alıyor benden. Can çekişiyorum. Yardım edin a dostlar. Tostlar.
Kantinde 4. kez tost yedim, aynı zamanda kantinde yediğim 2. güzel tostu yedim. Tostta seçici bir insanım, her ne kadar algıda seçici olmasam da.
Saat 1 gibi dışarıda köpekler vıyaklayıp duruyordu. Köpek yavrusu mu dövüyorlar başka bir haltlar mı yiyorlar anlayamadım ama güdümlü anne terliğinin neden her eve lazım bir eşya olduğunu anladım.
Yanlız bi 10 yıl önce HERRR EV-VE LAAA-ZIM, HER EVE LAZIM,  HER EVE LAZIM BAM BAM BAMBAM BAMBAM BAM! diye bir şarkısı olan bir alışveriş programı gibi bir şey vardı. Hala devam etmiyordur umarım. Bir ara gördüm de kanal değiştirirken. Umarım eski şeyleri yayınlıyorlardır yani. Eğer devam ediyorsa benim bu dünyaya tutunmak için bir nedenim kalmadı. Sanki doktorlar mı bu da eski bölümleri yayınlayacaklar?
Kafamı duvara gömdüm.
Aslında bugün banyo yapıcaktım. Ama nedense içimden bir ses saçlarım yağlıyken çok seks olduğumu söylüyor. Hayır, normal şartlar altında yağlı bile sayılmaz zaten şu an, ama bilmiyorum. İçten içe 10 gün banyo yapmayıp, saçlarımı ensemde toplayasım geliyor. Eminim çok seks olurdum. Mesela Seth(Melez Sözleşmeleri) gibi. Ya da Keiro(Incarceron) gibi. Ya da ben gibi. alskfj
Mantıklı davranmaya çalışırsam, sanırım bir şeyin seksi olması için kendi cinsiyet sınırları içerisindeki bir alanda uzmanlaşması gerekiyor. Ben bunun tersini yaptığıma göre... Antiseksi miyim? Aseksi miyim? Yok yok aseksi olamam. Ben sadece çok seksim bence. (Neden bahsettiğimi ben de anlayamadım.)
Şaka bir yana her ne kadar tipsiz gezenin tipsiz kalfası olsam da içimde erkek olsam pek fena olmayacağıma dair ilginç iç güdüler var. Ya da benim zevkim bozuk. Gerçi benim zevkim bile yok nesi bozuk olabilir ki?
Fayrfoks da gugılkıromdan daha güzel sanki. Bana öyle geldi en azından.
Çok kel alakalı şeyler yazıyorum, gerçi yazacak bir şeyim de yok.
Mesela... Bugün sosyalleştim sanırım. Daha çok bir kafeye gittim. Hava rüzgarla karışık sigara dumanlıydı. Ne halt yemeye sigara içiyorlar anlamıyorum bu yaşta. Alıp o sigarayı kıçlarında söndürücen aslında. İyi fikir gibi geldi bir an da... Yok vazgeçtim. Benim popo fobim var.
Mesela bir de Whatsapp var. Çok iyi icad. Telefondan blogger'a gireceğim diye bir taraflarımı yırttığımdan internet paketine yüklü bir para gömüyorum zaten. Ama esemes paketine de para gömmek bana çok acı veriyordu. Kuyruk acısı hani, böyle içini sızlatır ya adamın. Ben de artık para gömmüyorum. Hayat güzel.
Hazır sohbet zamazingolarından konu açmışken, emeseni düşündükçe de içim sızlıyor. Nasıl kapanır yahu? Benim tüm sosyal hayatım orası. Böyle insanlar açıyor. Yeşil yeşil oluyorlar. Ben kendimce mutlu oluyorum. Nasıl kapatırlar emeseni? Bir de yerine sıkaypı kakalamak! Büyük ahlaksızlık bence. Duvar gibi bir şey bu sıkayp. Hayatımda hiç ısınamadım, ısınamam da. Emesenin ayağını ilk kez çukura sokan Feysbuk Çet'iniz bata emi?! AHLAKSIZLAR! NAMISSIZLAR!!!!
Şaka maka, emesene çok üzülüyorum ben.
Başka ne vardı ki...?
Hmm... Yakın zamanda gebermezsem elektrogitar almayı düşünüyorum. Artık ciddi ciddi solo çalabiliyorum. Tek sorunum şarkı bilmemem. Yani daha doğrusu, isteyen adam oturur öğrenir de, tab mab okuyasım gelmiyor benim. Şu sıralar her dalda özel hocam olarak tuttuğum bir çocuk var sınıfta. İşkence ediyorum resmen. Ona diyorum öğret bana. O da tamam diyor, öğretiyor. Böyle de bir hazırcıyım. Ya da insanları mı kullanıyorum? Neyse ya amacım o değil benim zaten. Önemli olan niyet, niyet.
Neye niyet neye kısmet.
Bir de gitar bakmak için müzik evinden müzik evine atlarken pena koleksiyonu yapasım geldi. Yarım yıl önce aldığım 3 pena vardı. En sevdiğim asker desenli de dahil 2'si kaybolunca 1 tane cırt yeşil-turuncu gibi saçma sapan renk karışımlı mercan deseninden bozma bir şey kaldı. Ben de sıkıntıdan sürekli pena aldım o müzik evlerinden kendime. Şu an 9 penam var. Yarın okulda yarısını kaybetsem 4-5 tane kalır. Bildiğin pena zenginiyim yani.
Elektrogitarlar hakkında da bilgi edindim bayağı bir. Mesela bugün bir adamla elektrogitarterimlerice konuştuk. Anladım sayılır. Biraz da geveledim falan da, vallaha da billaha da anlamaya başladım ben bu işleri. Kendimle gurur duyuyorum. Elektrogitarım olup da amplifikatörümle onu eve attıktan sonra geriye bir tek ses efekti pedalları kalacak.
LAN PARAM YOK BENİM...
Off.
Kitaplar. Öldürdüler beni. Canlı canlı kıyma oldum.
Elektrogitarı geç de, piyano gördükçe içim gidiyor. Kendimi gitar çalan maymun gibi hissediyorum. İnsanın tipinin piyanoya gitmemesi de ayrı bir rezillik. (Sanki tipim gitse ne olacak? Evde koyacak yer mi var? Ya da ne bilim... Sanki adam akıllı çalabiliyorum.)
Sonra Selene sürekli eskiden çizdiğim resimleri istiyor benden. Duygusal değeri varmış onun için. Mor defteri getir, mor defteri getir diyip duruyordu. Mor defterde ne var onu da bilmiyorum gerçi de, bende değil diyip duruyordum. Cidden bende değilmiş. Selene'nin dolabından çıktı. Uzun süredir görüşmediğim resim defterlerim var. Daha doğrusu dersle karışık resim defterleri.
Bugün yukarıdaki dolaptan eski defterlerimi indirdim, gaza geldim, resim çizeyim derken yanlış yola sapmışım. Çok saçma salak şeyler çizmişim. Böyle zırıldayan bir hatun, yanda yağmurdan ıslanmış insanlar. Bir an durdum, geri çekildim, baktım. O görüntüyü sindiremedim ya. Napıyorum ben? Kafam iyi mi aceba?
BHEN İMO OLDUM ARKDŞLR.
Bu arada bence blogger'ın şu yazı altındaki tepkiler şeysi çok gereksiz bir hede. Neden bilmiyorum ama bence gerçekten gereksiz.

İdit: İmla.
NOT: Sıkıldım.
NOTNOT: Ayağımı dolaba yaslamıştım. Ayak tabanım uyuştu. Nasıl bir işse bu artık.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Kitap Bombardımanı Part #1

İki gün önce yazdığım saçma sapan yazıda beynim işlevini kaybettiği için kitaplardan bahsedememiştim. Şimdi, yani bu yazıda, kitaplardan bahsedememiş olmamın intikamını alacağım. En azından ben öyle sanıyorum...
Okuyanlardan öncelikle özür diliyorum. Her kitaba ayrı başlık açayım diye düşünmüştüm bir anlığına ama geri zekalılığın sınırlarını zorlamak istemedim. Her ne kadar içten içe spam manyağı olsam da sonuçta siz de insansınız. Ve insanlığınıza saygı duymam gerekiyor. Sizi deli etmem değil.
Kitapları ciddi ciddi tanıtmayı düşünüyorum bu sefer. Çünkü kitaplar filmler, diziler veya animeler gibi sadece yorum yapmaya pek gelmiyor. Tanıtım istiyor. Fazla zahmetli bir iş, ama tüm yazılılarımın bitmesinin gazıyla bu işi de kıvırmaya çalışacağım.
O zaman ben başlıyorum. Yalnız başlamadan önce belirtmem gereken bir şey var. Önceden bahsettiğim kitapları da tanıtacağım. Kısacası benim 5 aylık okuduğum ve okuduğumu unutmadığım tüm kitapların saldırısına uğrayacaksınız. (Yani okuyorsanız. Çok saçma konuşuyorum... alskj)

İki Şehrin Hikayesi

Charles Dickens (İngiliz aksanıyla lütfin)

Hmm... Evet. Konuya hemen girelim.
Her ne kadar Charles Dickens'ın kaleminden ve genelde ele aldığı konulardan hoşlanmasam da (Büyük Umutlar'ın bunda büyük bir etkisi var.) bu kitabı gerçekten çok sevdim. Giriş etkileyiciydi, olayların başlangıcı yavandı ama dananın kuyruğunun koptuğunu farkettiğim an her şey birbirine girdi ve kitabın son sayfalarında ciddi anlamda duygusal olarak Çaaağs Dikıns ebemi belledi. 
İpucu: Ömrümde gördüğüm, saf fedakarlığı ve insanlığın her yönünü harmanlayıp önüme koyan en güzel romandı.
Tanıtım: Yazar kitabın girişini yaptıktan sonra soluğu İngiltere'de köklü bir banka olan Tellson Bankası'nda çalışan saygıdeğer bankacımız Bay Lorry'nin araba yolculuğunda alıyoruz. Yollar pek tekin değil. Posta arabasındaki herkes birbirinden şüpheleniyor. Ama neyseki Bay Lorry yolculuğu kazasız belasız atlatıp Dover şehrine ulaşıyor. Burada Lucie Manette adındaki genç, aptal ve süper iyi niyetli sarışınımızla tanışıyor. Görevi bu genç kızı babasına götürmek. Genç kız babasının yaşadığını öğrenince ilk başta orta yere yığılsa da sonradan yazara göre çok güçlü bir kişiliği olan kızımız Bay Lorry ile birlikte İngiltere'den ayrılıp Fransa'ya geçiyor. Bay Lorry Lucie'yle babasını tanıştırıyor. Dr. Manette 18 yıl boyunca Bastille hapishanesine hapsedilmiş suçsuz bir adam. Tabii 18 yıllık yanlızlıktan sonra biraz kafayı yemiş. Hapishaneden çıktıktan sonra Defarge adlı meyhane sahibi bir adam ona kalacak yer vermiş. Pek konuşmuyor, çökmüş, harap olmuş, ayakkabı tezgahına takıntı derecesinde bağlı ve hala Bastille'de bir hükümlü olduğunu zannediyor. Kızı onu bu boşluktan çekip çıkarıyor. Süper anaç tavırlarıyla babasını yeniden bir bireye dönüştürüyor.
Fransa'dan ayrılıp İngiltere'ye geri dönerken üçlümüz Charles Darney adıyla dolaşan bir adamla aynı gemide yolculuk ediyorlar. Darney, vatana ihanet suçundan mahkeme karşısına çıkarılınca da tanık olarak mahkemeye gelmek zorunda kalıyorlar. Darney'in avukatı, Mr. Styrver, hırslı ve başarılı bir adam ama başarısının sebebi zekası değil de hayatta herhangi bir amacı olmadığından ona karşılıksız yardım eden dostu Sydney Carton. Darney'in başının gövdesinden ayrılmaktan kurtulması imkansız gibi görünse de Sydney Carton bir şekilde davanın iplerini arkadaşı Mr. Styrver'ın ellerine vermeyi başarıyor ve Darney kurtuluyor. Ardından olaylar Dr. Manette ve Bay Lorry'nin sıkı fıkı dost olması, Lucie ve babasının arasındaki bağın gittikçe daha da sıkılaşması ve Lucie'nin Darney'le evlenmesiyle devam ediyor. Bu sırada Fransa cephesi de boş kalmıyor, arada oraya atlıyoruz. Aristokratların abartılı ve hırslı yaşamlarına göz gezdiriyoruz. Fransa'da ezilen halkın çektiklerini görüyoruz, halk artık dayanamayacak bir halde. Dr. Manette'e kalacak yer veren meyhaneci Defarge aslında bir ihtilalci ve eşi Bayan Defarge ise ihtilalin arkasındaki beyin. Ortadan kaldırılması gereken soyluların ve aristokratların isimlerini içinde bulunduran bir .... ehm... bir... hede(?) örüyor. Ve bu hedeye örerek aktardığı adları bir tek kendisinin anlayabileceği bir biçimde yerleştiriyor. (Zaten örgü uzmanı diye bir şey olduğunu sanmıyorum. 'Hmm... Evet burada Kral'ın adı yazıyor!') İhtilal başladıktan sonra Charles Darney, Tellson bankasında Bay Lorry'i ziyaret ederken geride bıraktığı, gerçek kimliğine gelmiş bir mektupla karşılaşıyor. Bu mektubu bir şekilde ele geçiren Darney en sonunda dayanamayıp yurdu Fransa'ya geri dönünce de olaylar gelişiyor.
Yırım(Bkz. Yorum): Bu kitaptan öğrenilmesi gereken çok fazla şey vardı. Bu yüzden bu konuya hiç girmeyeceğim. Olaylarlar raya oturana kadar da açıkçası Lucie embesili yüzünden çekmediğim Çin işkencesi kalmadı. Kitabın 3/5'i açıkçası, bana kalırsa, GERÇEKTEN SIKICIydı. Ama Çaaağs Dikıns'ın insanların kişiliklerini aktarma yöntemi hem ilginç hem de eğlenceliydi. Olaylar sonradan gerçekten sıra dışı bir hal aldı. Anlatım, dilin ağırlığı yüzünden beyin kızartıcı bir etkiye sahip olsa da beni eğlendirdi. Sydney'i gerçekten çok sevdim. Bayan Defarge, bir dahiydi ama çektiklerinden kaynaklanan intikam arzusu yüzünden aynı zamanda da gerçek bir zorbaydı. Karakterleri bir kenara atarsak da bana göre kitapta 2 tane akıl kurcalayıcı soru vardı. İlk soruyla ilgili fikir sahibi olabilmek için kitabı okumanız gerek zaten, ama ikinci soru genel bir soruydu: "İnsanın sevdiği/değer verdiği biri için hayatını feda etmesi geride kalanların yeterince umursamayacağı bir intihar mıdır, yoksa sonsuza dek borçlu kalınıp altında ezilinecek bir yüce fedakarlık mı?"
Ve ben bu soruyu hala cevaplayamıyorum. İkisinin arasında kalıyorum. Sanırım kitabın sonu gereğinden fazla buruktu. Ya da değildi. Sanırım değildi. Çünkü ben sevdim.

Cehennem Makineleri Serisi

Cassandra Clare

Edebi değeri olan bir romanla alakalı bir şeyler yazınca sanırım beynim yandı. O yüzden fanfinifinfon şeylere geri dönelim.
Daha iyisini bulabiliyorsanız siz bulun.
Yiğitlik William Herondale yazıp da aratmakta değil,
ipne tipli olmayan bir çizimini bulmakta!
Lanet olasıca yetişkin ergen romanları!
(Young Adult'tan bahsediyorum sşalkdfj)
Bu kitaba okulun ilk haftalarında gereğinden fazla taktım. Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim... Uzun zamandır ergen romanı okumamış olmanın gazına gelmiştim sanırım. Açıkçası ben de anlayamadım. Çünkü şimdi tekrar bakınca cidden çok salak bir kitap. Yazarına da uyuz olmaya başladım zaten.
Seri aslında üçleme. Henüz iki kitabı yayınlandı. Mekanik Melek ve Mekanik Prens. Yazarın ün kazandığı Ölümcül Oyuncaklar serisiyle aynı konuya sahip: iblisler, periler, iblis efendileri vs. vs. Ve kendilerini herkesten üstün görmeyi hak bilen melek kanı taşıyan ve karışıklıkları düzelten Nefilimler.
Yazım tarzı kötü değil, betimlemeleri tam kararında. Tek sorun karakterlerin fazla porselen olmaları. Yani her ne kadar okurken karakterleri hissedebilseniz de gereğinden fazla mükemmeller. Bu da kitaba biraz soğuk bir hava katıyor. Kurgu fena değil, ama vasat. Yani olaylar çözülmeye başladıkça hayretler içinde falan kalamıyorsunuz. İp uçları her zaman gözünüze fazlasıyla sokuluyor.
Uyarı: Yazarın psikolojik sorunları var ve okurlara acı çektirmek için elinden geleni yapıyor.
Uyarı 2: William Herondale. Will. Galler-İngiltere melezi insanüstü bir bizon. İşte bu yüzden ben büyüyünce Will olucam! skşaljdfh (Cinsiyetimin ve tipimin farkına hala varamadım. Müessesemiz, verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz...)
MEKANİK MELEK-
Mikınik Mılık
Tanıtım(Anam babam kitap arkası): On altı yaşındaki Tessa Gray, ağabeyini bulmak için okyanusu aşıp Kraliçe Viktorya'nın hükmü altındaki İngiltere'ye geldiğinden, onu korkunç bir sır bekliyordu. Londra'nın Aşağıdünyasının ıssız sokaklarını vampirler, büyücüler ve diğer doğaüstü yaratıklar ele geçirmişti. Kaosun yerine düzen getirmekse yalnızca Gölgeavcılarına(Nefilim dediğim bunlar işte), kendilerini dünyayı iblislerden kurtarmaya adamış savaşçılara düşüyordu.
Pandemonium  Kulübünde çalışan Kara Kardeşler tarafından kaçırılan Tessa, sonunda kendisinin de bir Aşağıdünyalı olduğunu öğrenecekti.
Üstelik ender bulunan bir yeteneğe sahipti.
İstediği zaman bir başkasına dönüşebiliyordu.
Kulübün kendini sır gibi saklayan yöneticisi Magister'ın niyeti ise Tessa'yı ve gücünü ele geçirmekti.
Kapana kısılan Tessa, çareyi Londra Enstitüsü'ndeki Gölgeavcıları'na sığınmakta bulacak ve kısa zaman içinde, Enstitü'deki iki genç, Tessa'yı büyüleyecekti. Genç kız, kırılgan güzelliğinin arkasında ölümcül bir sır saklı olan James'le, kırıcı sözleri ve havai tavırları nedeniyle herkesi -Tessa dışında herkesi- kendinden uzaklaştıran mavi gözlü Will arasında kalacaktı.
Tessa ve arkadaşları, araştırmalarını derinleştirdikçe kendilerini, Gölgeavcıları'nı yok etmek üzere planlanmış hain bir komplonun ortasında buldu. Tessa bir seçim yapmak zorunda olduğunu biliyordu.
Ya ağabeyini kurtaracaktı, ya da yeni arkadaşlarının büyülü dünyasını...
Ama bilmediği bir şey vardı.
Büyülerin en tehlikelisi aşktı! Geber. Yok, cidden, geber.
[Ninja okuduğu şeyler yüzünden kendinden tiksiniyor Volume I.]
Yırım(Bkz. Ninja'nın Aşmış Yorumları): Öncelikle öyle ortalıkta korkunç sır falan filan yok. Adam kandırıyorlar bildiğin. Kitapta teknik olan her şey kabak gibi ortada. Ama spoiler vermemek için yine, yine, YİNE susuyorum. (Ehehe, olm bende spoilerdan bol ne var? Yoldan gelene geçene bile spoiler veririm ben. Yalan söyledim. İlk kez susuyorum!) Öncelikle belirtmem gereken şey şu ki, Tessa ilk kitaptan başlayarak kezbanlığın sınırlarını zorlamıyor. Tüm alıcılarını ve antenlerini Will'e dikip, onun peşinden koşturuyor. Will ise bazı nedenlerden ötürü kızı sürekli geri itmek zorunda kalıyor. Tabii işin içine ergenlik hormonları da girdiğinden bu konuda pek başarılı olamıyor. (BÖÖ, WILL, BÖÖ SANA! O HORMONLAR KAKA DEMEDİM Mİ BEN?) Hiçbir şeyden haberi olmaksızın ortalıkta sekinen James/Jem ise çaktırmadan Tessa'ya sulanmakla meşgul. En büyük sorunsa Jem'in, Tessa'nın o küçük zeki kumral kafasını Will'in olduğu taraftan başka bir yöne çevirmenin imkansız olduğunu ve kızın Will'e abayı yakmış olduğunu fark edemeyecek kadar beyin özürlü olması ve Tessa için sadece "Hmm, Jem mi? İyi çocuk."tan ibaret olması. (Yetişkin Ergen Romanı Klişeleri)
Ha ama kötü değil o kadar. İyi kitap yani.
MEKANİK PRENS-
Türkçe kapağı yüzüne bakılmayacak kadar iğrenç.
Üzgünüm...
Cassandra Clare'in en kötü yönünü size söylemiş miydim? O, her zaman en süper karakterlerin aslında içli tipler olduğunu gösterme gereği duyar ve o muhteşem karakterleri eninde sonunda enkaz veya çöpe çevirir.
Ve bu gerçekten iğrenç bir şey. Önce Jace Herondale, şimdiyse Will Herondale. Bu kadının Herondale'lerle ciddi sorunları var...
Tanıtımı koymaya üşendim çok merak ediyorsanız guugıl amcadan aratarak 2 saniye içinde bulabilirsiniz. Ben de insanım olm yoruldum nabayım?
Tanıtım(Anam babam kitap arkası II): TESSA'NIN AŞKI GÖLGE AVCILARI'NI KURTARABİLECEK MİYDİ? YOKSA ONLARI SONSUZA DEK YOK MU EDECEKTİ? (Aşkın batsın, emi Tessa?)
Londra Enstitüsü'ndeki dengeler hiç bu kadar hassas olmamıştı. Konsey, Charlotte'ın gücünü elinden almak ve bu gücü, ahlak değerlerinden yoksun, gözünü iktidar hırsı bürümüş Benedict Lightwood'a vermek istiyordu.
Will, Jem ve Tessa, Enstitü'yü ve Charlotte'ı kurtarmak umuduyla Mortmain'in geçmişiyle ilgili sırları araştırmaya karar verdi. Ancak tek keşfettikleri düşmanın amacı değildi. Aynı zamanda Tessa'yla ilgili huzursuz edici Gölge Avcısı bağlantısını da öğrendiler. Zaten Will ve Jem'in arasında kalan Tessa, kendisinin bizzat bir "canavar"a dönüşmesine Gölge Avcıları'nın yardım ettiğini öğrenince başka bir seçimle daha yüz yüze gelecekti.
Tanıtım II(Kitap arkası translate'i by Ninja): Tessa çok aşık ama farkedemeyecek kadar odun. Will'in peşinden koşmaktan ve aşağılanmaktan bıkan kızımız hemen yedekteki Jem'i oyuna dahil ediyor. Arkadaşlıktır, takılmaktır derken farkında olmadan Jem'e umut veren kızımız kendini Jem'in kollarında bulunca hemen taraf değiştiriyor. Jem'in ciddi olduğunu anladığında da, Will'den hayır gelmez diye düşünüp 'Tek yarim gri kafa Jem.' diyor. Jem'le işi ilerletirken de kimsenin ruhu duymuyor. En sonunda insanlığa geri dönmeyi başaran Will, bir Hülya Avşar edasıyla sevdiceğinin kollarına atılmak isterkene kızın Jem'le ciddi olduğunu duyunca yıkılıyor.
SON
Bildiğin kitabın özetini yazdım yanlız. Ahuahuahuah! Siperim.

TAMAM. DURUN!
TİKSİNMEYİN BENDEN!
GERÇEK KİTAPLARA GERİ DÖNÜYORUM. TIMAM. ;_;

Sherlock Holmes - Kızıl Soruşturma

Sir Arthur Conan Doyle 

ÖZEL FİYAT 7,90 ARKDŞLR. ALIN ALDIRIN :))))9
Burun yaqıo bu arada qnq :'))))9
Muhtemelen bir çoğunuz Sherlock Holmes'un dizisini izlemişsinizdir. Tamam, sustum. Bir saniye. Anlatabilmem için aklımı toparlamalıyım.... -_-"
Kızıl Soruşturma, Sherlock Holmes'un ilk hikayesi. Buradan, Konya Kitap Fuarı'ndan Sherlock Holmes serisini düzerken bana serinin içindeki kitaplarda bulunmayan ilk hikayelerin adını yazan abiye teşekkür ediyorum. Her ne kadar duymayacak olsa da...
Hayatımı kurtardın!
Çünkü Akıl Oyunlarının Gölgesinde ACAYİP SIKICI. Sen olmasan muhtemelen şu an o kadar para gömmüş olduğum kitapları yakıyor olacaktım. Sağ ol, varol. Bana dayanma gücü verdin. Sayende Sherlock Holmes'e normalde göstereceğimden daha çok anlayış gösteriyorum. Çünkü bu hikaye okuduğum onlarca Sherlock Holmes hikayesi arasında en iyilerinden biriydi. Çoğu hikaye, bana kalırsa çok barizdi. Sir Arthur Conan Doyle ipuçlarını her ne kadar kenara köşeye sıkıştırmış olsa da Dr. Watson'ın düşüncelerine hak verip duracağınıza kitabı okurken kendi kendinize birazcık düşünürseniz vakayı genel hatlarıyla tahmin etmek asla ve asla imkansız değildi.
Tabii bunları Sherlock Holmes serisi kötü bir seri olduğu için söylemiyorum. Güzel bir seri, gerçekten güzel bir seri. Zaten Sir Arthur Conan Doyle'un yapmak istediği, bana kalırsa, okurların ağzını açık bırakmak değil onları da düşünmeye teşvik etmek. Ama şu da var her hikayesinde aynı tat yok. Bazıları yavan, bazılarıysa dadından yinmiyor. 
Kızıl Soruşturma'nın en güzel kısımlarından biri Amerika'da yaşanmış bir pisliğin intikamının bütün Avrupa üzerinde süren bir takibin ardından İngiltere'de sonuçlanmasıydı. Katilin cinayeti intikamını alış biçimi her ne kadar bazı yönlerden aptalca olsa da kuru bir aç gözlülükten kaynaklanmıyordu. Ve en önemlisi katil gerçekten haklıydı. Sanırım Kızıl Soruşturma'yı bu yüzden çok fazla sevdim. Tabii, sevmemin nedenlerinden biri uzun olması da olabilir. Emin değilim. sakfjşl

Sanırım bu günlük bu kadar tanıtacağım. Daha çok fazla kitap var ama gerçekten yoruldum. Zaten yeterince uzun bir yazı oldu. Daha fazla zorlamaya gerek yok.
Tekrardan, iyi akşamlar.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Cıkıs

 Uzun bir aranın ardından sanırım tekrar aranızdayım. Son zamanlarda yazmamamın nedeni ergen atarı falan değil, zamanım olmaması ve zamanım olduğundaysa yazacak bir şeyim olmamasından kaynaklanıyordu. Aslına bakarsanız hala ne yazmam gerektiğinden emin değilim.
Son zamanlarda çok şey yaptım ama hepsi de boştu. Böyle olunca elime hiç bir şey geçmedi tabii. Notlarım diz boyu boka battı. Kibar olayım diyorum ama gerçekten, tanımlayacak bir şey bulamıyorum artık. Bataklık? Çamur? Lağam suyu? Brokoli? Haftalardır beden dersine giremiyorum, peki ya buna ne demeli? Hiperaktivitemi beynimde öldürdüm herhalde veya patlamama çok az kaldı. Ya son 2-2,5 aydır devamsızlık yapmadığım tek bir hafta bile olmaması? Artık kendi yaptıklarıma bile aklım ermemeye başladı. Hayır, yani, ne yapıyorum ben? Ne yapıyor olabilirim ki? Cevap: Hiç bir şey yapmıyorum. Peki... Ben hiç bir şey yapmamaya bile zamanımı yetiremezken yaşıtlarım, aynı sınıfta bulunduğum saygı değer bizon arkadaşlarım... Siz nasıl olup da çalışacak, sosyalleşecek onu geçtim televizyon izleyecek zaman buluyorsunuz? Ben anlamadım da yani. O yüzden soruyorum.
Geçen hafta sonu deliler gibi matematik çalışmam gerekirken uzun zamandır ön yargıyla yaklaşıp izleyemediğim, tamamen pedofili iblis uşaklar ve onların transeksüele kayan fetişleri olan bebe efendilerinin maceralarından oluştuğunu sandığım (En azından Sheri bana tam anlamıyla öyle olduğunu söylemişti.) Black Butler'ın (Kuroshitsuji) ilk sezonunu devirdim. Ha, kötü mü oldu? Hayır! Aksine izlemek için çok geç kalmışım. Uzun zamandır adam gibi anime izleyemiyordum, daha doğrusu animeler o kadar geri zekalıca gelmeye başlamıştı ki artık izleyesim gelmiyordu. 
Konuya gelirsek, Black Butler hiç de öyle acayip derecede tiksindirici fetişler fışkıran bir anime değilmiş. (Bu cümlem Sheri'ye. Alois Trancy'i şimdilik bilmiyorum ama mini şortu ve o minik mükemmel psikopat sarışın kafasıyla hangi fetişe sahip olursa olsun o çocuğun beni fazla rahatsız edebileceğini sanmıyorum. Mini şortlara garezim olabilir ama psikopat sarışın kardeşlerime her türlü müsamaha gösteririm ben...) Ha ama fetişler fışkırmıyor değil tabii ki. Grell'in gördüğü herkese sarkmasından tutun (Kadın, erkek, hatta iblis köpek...), herkesin Sebastian'a sarkmasına hatta hizmetçilerin gerçekten gerizekalı sürüsü olmasına.. bu animedeki her şey ve her karakter gerçekten de komikti. Sevemediğim tek karakter şizofrenik melek oldu. Ki beyaz saçlarına ve kötü karakter olmasına karşın bana kendini sevdiremediği için onu içtenlikle tebrik ediyorum. Çok iğrenç bir karakterdin, manyak mahluk!
Grerü ve Seboş asldkşfj
Öhöm... Tamam. Düzgünce anlatmalıyım sanırım. Öncelikle anime mangayla paralel gittiği yerlerde mükemmel ilerliyordu. Ama sonra yavaş yavaş saçma anime senaryosu kokmaya başladı. Sanırım ben oralarda biraz koptum. Mangayı okumadım belki ama gerçekten manganın aslından sapılan yerler fazlasıyla belirgindi. Konuların içi boşalmaya başladı. Gerçi animelerin hepsinde bu yaşanıyor teknik olarak. Hepsi ya başta ya sonda ya da baştan sona saçmalıyor. Her neyse. Karakterler gerçekten çok iyiydi. Sonlara doğru muhtemelen yapımcılar "Hadi biraz karakterlerin hikayelerine değinelim anime bitti bitecek mal gibi bitmesin." gibi bir fikre kapılmışlar. Çünkü birden, çok saçma bir şekilde, dram vermek amacıyla karakterlerin geçmişine girdiler ve bunu o kadar hızlı yaptılar ki bana kalırsa hüzünlü olacağına fazla mantıksız ve boş oldu. Ama Ciel haricindeki tüm karakterler yalayıp yutulacak derecede komik ve sevimliydi. Ciel'se ne yapıp ne edip beni kendinden nefret ettirmedi, hatta aksine sevdirdi bile diyebilirim. Grell'in Sebas-chan'larının Türkçe alt yazıda Seboş olması beni öldürdü. Pluto'nun tam bir gerizekalı olması, tek repliğinin dili dışarıda nefes almak ve tekmelenmiş enik gibi sesler çıkarmak olması beni üzse de ölümüne güldürdü. Adını hatırlamadığım ve her yerde jüri olan manyak sarışın tiplemeyi her yerde görmekten bıkan Ciel'in tiksinti krizi geçirip durması da çok komikti. Hele hele Undertaker'ın "pembe kitap ayracı" nedensizce gülme krizine girmeme neden oldu. Sebastian'ın son bölümlerde bile millete gümüş yemek takımları fırlatmasına da güldüm. Kısacası çok fazla güldüm. Çoğu kişi Kuroshitsuji'yi bazı yerlerde fazla gotik ve bunalım bir anime olarak görmüş anladığım kadarıyla. Ama bana kalırsa saçmalamaya başlayana kadar felsefik bölümler fazla bunaltıcı veya gerizekalıca değildi. Ekrana boş gözlerle baktırmadı. 
plu-plu nakldsfş
Her neyse, en iyisi ben daha fazla yorum yapmayayım. Çünkü yorum yaptıkça övmekten çok yeriyorum alskfjsld.

Daha sonra... Filmlere geçeyim en iyisi. Kitapları biraz coşturduğum için o kısımın uzun sürme ihtimali çok yüksek.
Komikli filim :)))9)9)))))9
Bu hafta içi, salı günü Rise of the Guardians'a (ya da Muhteşem Beşli mi her ne haltsa işte Türkçe'ye çevrilmiş adı (Maskeli Beşler gibi abi, asdlkfj...)) gittik Selene'yle. Okuldan kaçtık daha doğrusu. İyiydi, güzeldi. Öyle uğruna ölünecek bir film değildi belki ama berbat da değildi. (Neden hiç bir şeyi övemiyorum acaba... Her şeye sövüyormuşum gibi duruyor da biraz.) Koca sinema salonunda ya 4 ya 5 kişi vardık. Selene'ye ilk başta fangirl krizine girebilme izni verdim ama sonradan bir baktım Jack Frost'a "Ayh yirim yirim ;O;" demeye başlamış. Sonra zar zor susturdum ki, şu an aslında pek de beceremediğimi farkediyorum. Tüm film boyunca o kadar çok yorum yaptık ki salon dolu olsa, yanımızda oturan insanlar bizi tekme tokat dışarı atardı. 
Mesela bence Cek burda da ağladı ağlayacak gibi duruyor.
İngilizce seslendirmede Jack Frost'un sesi berbatmış anladığım kadarıyla. Türkçe dublajda böyle bir durum yoktu pek. İlginçtir ki Jack Frost'un Türkçe sesi İngilizce sesinden daha çok uymuş görünüşüyle. Ama tabi  çevirmenlerin diğer karakterlerin aksanlarını Türkçe'ye aktarmak gibi bir şansları olmadığından, Noel Baba'nın ya da Paskalya Tavşanı'nın asıl karakterlerini anlamam pek mümkün olamadı. Film eğlenceliydi, komikti. Tek sorun tüm film boyunca sanki sürekli birilerinin gözü doluyormuş gibi hissetmemdi. Ya karakterlerin gözleri çok parlaktı, ya ben körüm ya da gerçekten sürekli gözleri doldu. Hangisi bilmiyorum. Gerçekten de bilmiyorum. Ama bu durum cidden sinir bozucuydu.
Filmin başında Jack Frost embesil bir bebeyi neredeyse öldürüyordu. En azından ben öldürdü sandım. Hatta şoka girdim. "OHA OLM BU ÇOCUK FİLMİ! GEBERTTİ ÇOCUĞU O_O" diye ekrana bakakaldım. Bakakalırken de bayağı bir zorluk çektim. Gözlük üzerine gözlük takmak gerçekten iğrenç bir şey. 
Bir ara Paskalya Tavşanı biri ona sataşınca "Ben tai-chi ustasıyım!" diye ortaya atılmıştı. Orada da çok gülmüştüm. 180'lik bumeranglı bir tavşan. Yerde istediği yere giden çukurlar açabiliyor. Ama insanları taichi'yle tehdit ediyor. (*Dip Not: Tai-chi Avatar: The Last Air Bender ve Legend of Korra'da su bükme teknikleri için kullanılan rahatlatıcı ve saçma sapan bir kung fu dalı. Ortalıkta yavaş yavaş elini kolunu sallayıp duruyorsun kısacası.)
Diş perisinin diş fetişi... (Şu uzun burunlu diş yaratıklarından nefret ediyorum. Sinek kuşu gibiler.)
 Filmin sonunda çocuklar kış günü yalın ayak dolandılar gece gece. Selene sağolsun 2 saat çocuklarla ilgili yorum yaptı. "Üşümüyorlar mı?", "Nasıl üşümezler?", "Hala ayakları çıplak.", "Ben bile üşüdüm.". Bu performansı kendimden beklerdim, başkasından beklemezdim ne diyeyim. Filmin sonundaysa bence Kara'ya çok yazık ettiler. Bence onun kalbi temizdi. Ezdiler. Kötü adam diye yaftaladılar. Aralarına almadılar. Kısacası sonu mutlu son olsa da ben pek mutlu olamadım. Uç kişilik bozukluğu olan insanlara kötü demek bence çok yanlıştı. ÜHÜHÜHÜHÜ. KARA... CEK. NEDEN EMPATİ YAPMIYOSUN, CEK? NEDEN CEK? NEDENNNN!?!?!?
Bu arada hala Cek'i bekliyorum. Ne okullar tatil oluyor, ne kar yağıyor burada. Daha da kar gelmezse artık Cek Furost'u gördüğüm yerde tekme tokat döveceğim herhalde.

Miridanın saçları lülee lülee yar binziyor beyaaaz turuncu güle.
 Sonraki film anlaşıldığı üzere Brave. (CISIR. (Cesur yani. (Yanlız sürekli İngilizce adlarını falan yazıyorum da amacım elit olmak değil. Gerçekten. Yemin ediyorum bak. Cidden ama... Tamam neyse. Sustum.)))
Aslında Cesur'u yaklaşık bir ay önce izlemeye başlamıştım. Ama elimdeki alt yazı videoyla uyuşmuyordu ve ben de mal gibi alt yazı aramaya üşenip alt yazısız izleyeyim demiştim. Ama filmde o kadar aksanlı konuşuyorlardı ki anlamam için bir 5 saniye sindirme süresi gerekiyordu. Ki repliklerin yarısından çoğunu önceki lafları anlayacağım diye kaçırıyordum. Sonunda pes ettim. Merida'nın annesine küfrettim. İskoç ya da İrlanda, her ne aksanıysa ona da küfrettim. Ve izlemeyip, kapattım.
Bugün de işsiz ve işsazsız olduğum için oturup izlemeye başladım en baştan. Sonlara doğru alt yazı yine saçmaladı ama en azından alışma süreci yaşadığımdan geçende izlediğimde yaşadığım dumur olma durumunu yaşamadım. Fena değildi. Ha bir How to Train Your Dragon da değildi. Ama izlediğime değdi sanırım. Merida'nın saçları psikopatça kıvırcıktı. Hala nasıl bitlenmediğine şaşıyorum ben... (Dalga geçmiyorum. Cidden.)
Filmle alakalı bir şeyler söyleyeyim desem muhtemelen spoilerın dibine vuracağımdan pek bir şey de diyemiyorum.
Filmin yorumlarında genellikle "Ay Merida çok cesuurrrrrrrr hayran kaldım yaaaaa..." gibi yazılar görüyordum. Ama açıkçası ağzımı açık bırakan bir şeyler yapmadı. Ha komikti, iyiydi ama cesaret gösterebileceği bir sahne de yoktu. Dik kafalıydı biraz sadece. O da ergenliktendir yavrım...
Gerçi bir saniye kızı evlendirmeye çalışıyorlardı sonuçta... Tamam, ben sustum.
Kısacası eğlenip, gülmekten geberip, savaş sahnelerine ağzı açık bakılacak bir filmden çok anne kız kavgaları üzerine ders almak için izlenecek bir filmmiş. Ve... Anafikri, insanları ayıya dönüştürme gibi fantezileri olan cadılarla karşılaşabileceğimizdi. En azından ben bunu anladım.
İzleyin, izletin kısacası.
İki ayı... Bir kız. Kötü çocuğu mu seçecek? Yoksa kibar çocuğu mu? İmkansızların hikayesi... Aşk, tutku, ihanet.... Hiç böyle bir hikaye okumamıştınız...
İKİ AYI BİR KIZ.
Nivyork #1 Best Selır
YAKINDA TÜM KİTAPÇILARDA.
Biliyorum. Tamam. Yine sustum. Üzgünüm, ama bunu yapmadan da duramazdım sşaldfkjsdşlkfj
 Son olarak aslında kitaplardan bahsetmem gerekiyordu. Ama son 4-5 saattir molalarla karışık, dikkatim dağıla dağıla yazdığım bir yazı olduğundan gerek ben sıkıldım gerekse yazı iyice saçmalaştı. Yakın bir zamanda muhtemelen bir de kitaplar üzerine yazı yazarım. Ne kadar yakın olur bilemeyeceğim tabi şu an. Beynim yandı. Ayrıca ben pazartesi fizik sınavı olan zavallı bir yavrucağım. Fazla yüklenmeyeyim kendime. Ehehehe.
Size de şimdiden iyi tatiller. Yarıyıl tatiline giremeyecek kadar yaşınız büyükse de (Ki o yaşta benim gibi bir malı okuyorsanız artık zaman kaybının ötesine geçen bir yöntemle zaman harcıyorsunuz demektir. Yaşıtlarım için bile zaman kaybı çünkü...) lütfen ekrandan uzaklaşın. Gözlerinizi kırpıştırın. Ve hala akıl sağlığınız yerindeyse mutluluktan ağlayın. Ama bunu yapmayı reddederseniz ve okumaya devam ederseniz de en azından iyi bir hafta sonu geçirmenizi dilediğimi bilin.

Bunu neden yazdım bilmiyorum. Muzlar ve açlık başıma vurdu. Bilgisayar da ısındı zaten elim yanıyor yazarken.(Sanki elim yanmasa bile kayda değer bir şeyler yazabileceğim de...) İyakşamlar.